9 Mayıs 2020 Cumartesi

Ne yiyorsak oyuz...

Yazının başlığındaki laf içimi etkiliyor...gerçekten de öyle değil mi, temiz yiyorsak içimiz de temiz, pis yiyorsak içimiz de kir biriktiriyor. Arada yaramaz şeyler de yenmeli tabii bence, o kaçamaklardaki mutluluk hormonu zararının üzerine çıkıyordur diye düşünüyorum:) ama genel beslenme, hele ki büyük şehirde yaşanıyorsa, hava doğa bu kadar harab edilmişken olabildiğince temiz olmalı...küçük yerlerde zaten doğal olarak temiz besleniliyor...

Bu konuda şanslı denebilecek kesimden sayıyorum kendimi, annem, kendimizi bildik bileli, henüz daha bugünkü gibi moda değilken, köy yumurtası, ev yoğurdu, evde yapılan kefir,  köylüden alınan sebze meyve, nar ekşisi, pekmez, bal vb gibi şeylerle besledi bizi. Bizim eve mesela giren tereyağı, sütü alınmadan kavanoza konmaz hiç, şimdi moda oldu "ghee, sade yağ" diye. Benim için evde tüketilen normal tereyağı o:) Hep doğalı aradı buldu. Sağolsun...Küçükken anlamıyorduk bunun önemini, şimdi anlıyoruz. Dolayısıyla çocukluktan alıştık biz doğala. Şimdi temiz gıda yemenin bu şekilde yaygınlaşması beni mutlu ediyor, herkes güzel beslensin...Bunu hakediyoruz, makinemize en güzel şekilde bakmalıyız. 

Böyle gördüğümüz için de tükettiğimiz ana malzemeyi genelde marketlerden almamaya özen gösteriyoruz. Sebze, meyve, peynir, yağ, ekmek...vb gibi

Benim bloğumu düzenli okuyan birisiyseniz eğer, reklama dayalı bir blog olmadığını anlamışsınızdır sanıyorum. Kimseden birşey almam, birşey karşılığında da birşey yazmam. Amatörüm ben. Yazmayı seviyorum sadece. Burası da beni etkileyeni, memnun kaldığımı, bana iyi geleni aktardığım, içimdekileri akıttığım alanım benim. Dolayısıyla reklam yapmadığımı bilin isterim. 

Bu bahsettiğim genel gıda malzemelerimizi temin ettiğim yerleri paylaşmak istiyorum...


  1. İpek Hn'ın Çiftliği 
         İpek Hn'ın Çiftliği'nden ilk açıldığı günden itibaren ürün alan birisiyim. Bazen daha aralıklı oluyor, bazen düzenli oluyor. İlk açıldığında hemen yorum yaptı insanımız "tarlası yokmuş, sahteymiş vb vb" gelen malzemenin güzelliği ve özenini gören insanların hiçbiri bu kötücül yorumları duymadı bile. Ben hep inandım bu işe, işin sahibi Pınar Hn size bunu hissettiriyor çünkü. Dürüst, insancıl, aklı selim ve çok çalışkan. Bu birleşenden iyi olmayan bir iş nasıl çıkabilir ki değil mi...:) 







Sebze ve meyveyi İpek Hn Çiftliği'nden aldığınız zaman normalde ne kadar beklemiş, ne kadar bayat ürün tükettiğinizi anlıyorsunuz. Kendine ait bir sistemi var. Mail listesine kayıt oluyorsun. Her hafta bir sonraki haftanın öneri listesi geliyor. Bu öneri listesinin içini kendileri belirliyor, ücreti 200 TL. Bunun yanı sıra genel bir liste de var, öneri listesini almak istemezseniz kendi ihtiyacınızı kendiniz seçebiliyorsunuz. En fazla 2 iş günü içinde koliniz sizde oluyor. Kargo bedelini siz ödüyorsunuz, ürünlerin ücretinden 12.5 TL kargo parası düşüyorsunuz. Yani mesela 24.5 TL tuttuysa kargo, gelen kişiye bu parayı ödüyorsunuz, fakat Pınar Hn'a ürünlerin bedelini gönderirken tüm bedelden 12.5 TL düşüyorsunuz. Ürünlerin şahaneliğinin yanında bir de Pınar Hn'ın her hafta yazdığı müthiş uyandırıcı, öğretici yazıları geliyor size liste ile birlikte. Ben kendi adıma zor bekliyorum yazıları...Siparişiniz olmasa bile bu yazıları okumak için bile listeye kayıt olunmalı derim:) 





Bu kış Kars'a yaptığımız seyahatimizde Pınar Hn'ın Kars'ta yeni hizmete sunduğu misafir evinde de kaldık, burada çalışan arkadaşlar bile Pınar Hn'ın işini ne kadar doğru ve severek yaptığının göstergesiydi bana göre. Dönüşte özellikle çalışanların harikalığı ile ilgili teşekkür maili gönderdim kendisine...

Temiz, çıtır çıtır, taptaze, limon, bildiğimiz turuncu renkte havuç, körpe patlıcanlar, çıtır bezelyeler, topraklı pancarlar..vb yemek isteyenler mutlaka denemeli derim. Bahardaki otlardan yiyen hayvanların sütlerinden yapılan "Bahar tereyağı" olağanüstü, sürekli ekmeğe sürüp yiyesim geliyor:) Nar ekşisi, pekmez, bal da gayet başarılı...Öneririm...Bu arada İpek Hn Çiftliği ürünlerini sadece internet yoluyla değil, fiziksel dükkanlarından da rahatlıkla temin edebilirsiniz. (Teşvikiye, Bağdat Cad., Balmumcu, Göktürk..)
  

        2. Ariste Peynirleri

Bir diğer sadık tükettiğimiz ürün de peynir. Ben peyniri çok çok seven birisiyim. İpek Hn'ın sebze meyveleri gibi Ariste'nin peynirleri de tertemiz. İçinde koruyucu vb bulunmayan, sadece süt, şirden maya ve tuzla üretilen çeşit çeşit şahane peynir. Normalde satıldığı noktalardan alırdım, evlere kapandığımız bu dönemde online olarak sitelerinden almayı denedim. Siparişi verdikten tam 1 iş günü sonra müthiş özenli bir paket geldi kapıma, Ariste'nin kendi aracıyla. Kutu açılmadan bile gülümseten cinstendi. Tertemiz, mis gibi paketlenmişti herşey. Üstelik içinden, Ramazan ayında olduğumuz için hurma hediyesi ve Ramazan'a dair sıcacık bir not da çıktı. "Uyuyan Güzel" beyaz peynirleri, İzmir tulumu, Erzincan tulumu, göbek kaşarı, dil peyniri...öneririm. Bu arada unutmadan sadece peynir değil, yan ürünleri de leziz. Mesela Dulce de Leche'leri ve tereyağları da şahane. Benim için en en önemlisi herşeyin katkısız, koruyucuz olması. 












Ariste'yi de neredeyse tanınmaya başladığı ilk günlerinden beri bilirim. Canla başla aşkla çalışan 2 kardeş, Volkan ve Gürkan; ve artık kardeşleri gibi olmuş, ortakları Aslı. Aslında babaları ortakmış, şimdi 2. nesil devralmış işi. İçinde bulunduğumuz, herkesin evde olduğu bu günlerde bile, durmadan, gece gündüz demeden özenle çalışıyorlar. 


        3. 240 Derece

Geldik ekmeğe:) Yine annemin etkisiyle, uzuuunn yıllardır biz zaten bildiğimiz beyaz ekmeği tüketmiyorduk. Uzun süre önce klasik beyaz ekmekle aramıza mesafe koymuştuk. Tam buğday ekmeği, çavdar ekmeği, ekşi mayalı ekmekleri bir şekilde ya yapar ya bulur annem, yine tamamen amatör çalışan köylü üreticilerden.  Ekmeğe karşı olumsuz bakış açımı ilk değiştiren Bozcaada'daki Ali'nin Ada Ekmeği'dir. Ali de nefis ekmek yapardı, fakat mesafeler uzak olduğu için, istediğin zaman edinememek zorluyordu insanı. 

Sonra bir gün 240 Derece ile tanıştık. İlk başta neredeyse tüm ekmeklerinden aldım, denemek, damağımızın hangilerini  isteyeceğini anlamak için. Zorlanıyor insan, çeşit çeşit mis gibi ekmek, üstelik gerçek olduğunu, ve sağlıklı olduğunu biliyorsun. Zamanla karabuğday, siyez, tam buğday, zeytinli, kuru domatesli, kışın soğanlı favori listemizi oluşturdu. 240 Derece de siparişi kendi web sitesi üzerinden alıyor. Adresinize uygun olan servis gününü seçiyorsunuz, belirtilen günde ekmeğiniz size ulaşıyor. Kendi araçları, kendi çalışanlarıyla. Ben her daim 1 fazla alıp deep freeze yapıyorum, yedek ekmeğimiz ille oluyor. 









240 Derece de 2 çocukluk arkadaşının, 2 can arkadaşın çocuğu...Cem&Metin farklı yollardan geçip mayada, unda, hamurda buluşmuşlar. Müthiş bir iş yapıyorlar. Ben etrafımda söylediğimde, pahalı olduğu yorumunu alıyorum bazı insanlardan, ve sonra diyorum ki, "normal ekmek kadar tüketme imkanınız yok, çünkü gerçek olduğu için 1 dilim bile fazla fazla yetiyor." Bir sürü çere çöpe para veren biz büyük şehir insanları için abartılı bir durum bence yok. Gerçek olanı yediğimizi biliyoruz ya bence konu burada zaten kendi kendine netleşiyor. Tabii 4-5 kişilik bir aileyseniz onu bilemem:) 33 saat mayalanıyor ekmekler, müthiş bir emek var...

Ha bu arada ekmek önerilerime San Sebastian, şekersiz kahveli kurabiye, parmesanlı kıtırlar, pesto ve peynir sosları da eklemeliyim. Herşey el yapımı, tertemiz, mis gibi. San Sebastian İstanbul'un en iyisi, evet iddia ediyorum:) denemediyseniz çok şey kaçırıyorsunuz:)


San Sebastian


Diyeceğim o ki, doğru iş yapıyorsan, gerçek ve iyi malzeme kullanıyorsan, çalışkansan ve dürüstsen o iş tutar arkadaş. Düşülen kalkılan anlar olur elbet, ama günün sonunda o iş tutar ve başarılı olur. Bu 3 yer de bence kesinlikle böyle. Pınar Hn'ı artık uzaktan da olsa tanıyor sayılırım, Ariste ve 240 Derece'yi yakından tanıyorum. Yaptığınız işlere çok saygı duyuyorum, emek olan yerde yanlış olmaz, hep varolun bizlere de temiz gıdayı sunmaya devam edin...

Sağlık ve iyilik dileklerimle...:)


19 Nisan 2020 Pazar

bugüne, bugünlere dair...ve şükür...


Evcilimdir ben, evciyimdir, tanıyanlar bilir...günlerce çıkmasam evden sıkılmam, severim öylece kendimle kalmayı. Ya da sevdiklerim yanımdaysa onlarla ev içinde kalmayı...sıkılmam, yapacak şey illa bulurum...hiç bir şey olmasa dururum, dururdum yani...

Bu sefer başka ama...Hep “sağlık ve ağız tadı” dilerim bir şey dileneceği zaman ya da bir kutlamada; bir kere daha iyice anladım ki bu ikisi olmadan geri kalan hiçbir şeyi yapamıyor insan. Sağlığımızdaki ya da sevdiklerimizin sağlığındaki en ufak bir aksamada hiç bir şey yapmak gelmiyor insanın içinden...ya da sağlığımız yerindeyken, ağzımızda tat yoksa yine istemiyor içi insanın hiç birşeyi...

Belirsizlik, bilinmezlik, korku, endişe, normalleştirememe, garipseme, özlem, hasret...bu duygular insanı derbeder ediyor. Kendi adıma, sürecin en en başında içimdeki ilk his korku değildi aslında, içime "sen bana doğruyu söylersin, çok da kötü şeyler olmayacak” dedim bir süre...hissim buydu yani... sonra bir anda hislerim değişmeye başladı, öfkelendim; işe gitmek zorunda olmamıza öfkelendim, kıymetsiz hissettiğim için öfkelendim, hayal kırıklığı yaşadığıma öfkelendim, bu kadar öfkelendiğime öfkelendim, sonra sevdiklerim işe gitmek zorundalar diye öfkelendim...vb vb  Korku duygusu değildi aslında içimdeki, bilinmezliği yönetmenin nasıl olacağını bilmemekti hissim...biri nasılsın diye sorsa, gerçekten şöyle cevap verirdim, çünkü hissim buydu “iyiyim, sakinim, idare ediyoruz, duadayım, duruyorum, duruyoruz, çalışıyorum, çalışıyoruz, yavaşlıyorum, devam ediyoruz...vb” Sonra farkında olmadan bedenim tepki verdi bana, “gerçekten biraz dinginleş, lafta söylediğin sakinliğini ruhuna da yansıt, dur, oluruna bırak, korkma, bırak, herşey yerini bulur, bulacak, olana, ona güven” dedi... Tansiyonumun yükseldiğini farkettik bir gece tesadüfen, danıştık, psikolojik olma ihtimalinin yüksek olduğunu doktordan da duyunca, bitkisel bir sakinleştirici ve biraz nefes egzersiziyle normale döndü...şükür...o ara korkmadım dersem yalan olur, korktum... 

Alışmadığımız, tanımadığımız, bilmediğimiz duyguları; yine alışmadığımız, tanımadığımız, bilmediğimiz ortam ve şartlarda yönetmeye çalışıyoruz...çok normaldi bence, insanın böyle anlarda kendine yüklenmemesi gerek, izin vermek gerek, o kadar bilge olamıyoruz ilk anda, sonra sindire sindire içine, normaline gelmeye başlıyorsun...

Bunların yanında, değişik deneyimler yaşadım, yaşıyorum bu süreçte, eminim herkes benzer duyguları yaşıyordur. Ellerim ve ayaklarım manikür ve pedikürsüz; tertemiz, saçlarımın dipleri hayatımda ilk defa bu kadar çok çıktı; rahatsızlık duymuyorum garip bir şekilde, ütüden nefret eden ben ütülerimi biriktirmeden ve asıl garip olan sıkılmadan kendim yapıyorum, camları kendim siliyorum, normalde hem okumayı, hem yazmayı severim, bu ara yazmayı galiba daha çok seviyorum,  içimden o daha çok geliyor...içten çıkarmak iyi geliyor galiba...huzursuzluğum olduğu zaman iştahım gider benim, bugünlerde de öyle oldu, belki de biraz iyi oldu:D  yapıp sürekli yemek iyi olmayabilirdi:D mutfağa bayılan ben...içimden sevdiğim; üzgün anlarımda bile bana terapi olan mutfağım bu süreçte ihtiyaç dahilinde kullanımımda...hevesle yapmıyorum, besin alalım diye yapıyorum şu ara aslında...diyorum ya; ilk, değişik, garip, farklı bir süreç...hepimiz deneyimlemediklerimizi deneyimliyoruz...herkesin alması gerekenler başka ve kendine sanıyorum, doğruca alabilelim bireysel ve bütünsel mesajlarımızı, dileğim duam bu yönde...

Bugün 41. seneme adım atıyorum bu hayatta...kalbim, ellerim, ayaklarım, bacaklarım, burnum, gözlerim, kulaklarım, saçlarım, saç diplerim, göğüslerim, parmaklarım, tırnaklarım, tüm organlarım, tüm bedenim, ve tabii ki nefesim...bugüne kadar benimle geldiler, bana ne güzel hizmet etmişler...belki de en iyi şu günlerde hissediyorum...şükür... bugüne, bu an a, aldığımız nefese...sağlıkla geçen her an a...sokağa çıkma yasağı var, bayağı resmi olarak yani, değişik,  bu da tarihe geçti, alışılmışın dışı bir hikaye oldu... ne oluyor? Birşey olmuyor, “olmalı” gibi alıştığımız, alıştırıldığımız, farkında olmadan üzerimize görev olarak aldığımız bir dolu şey aslında olmasa da oluyormuş...onu deneyimliyoruz...yaşarak görüyoruz...herşey olması gerektiği gibi oluyor...fazla çetrefil varmış hayatlarımızda bence...

Bu süreçte en en en çok annemin, yeğenim Lina’mın, tüm ailemin, dostlarımın, sevdiklerimin, hayatımda varolmasına alışkın olduklarımın hasretini çekiyorum...şikayetçi değilim, sağlıklı olalım yeter ki, uzaktan haberleşmek de yeter...çok şükür bugünümüze...

Bir de; açık hava, deniz, bahçe, toprak hasreti çektim, çekiyorum...Bir sitede yaşıyoruz biz, yüksek katlı, biz 4. kattayız, çok şükür sevdiğimiz bir evimiz, yuvamız var... yürüme alanımız da var yeşillikler içinde, çıkıp yüreyebiliyoruz şükür ki ama yine de insanın doğası bence yatay yaşama uygun...bunu oldum olası böyle düşünüyordum, bugünlerde iyice tasdik ettim kendi kendime, balkon lazım, dokunacağımız toprak lazım, bakacağımız ufak bir alan bile olsa çimimiz lazım...sükünet lazım...sıcaklık lazım...sadelik lazım...”simple is the best” ti değil mi, evet “simple is the best” .........bu bende net...!!

Sağlıkla kalalım, kalın, tüm dünyamız sağlıkla kalsın...; iyilik herkesin, herşeyin içine işlesin...başta dedim ya “sağlık ve ağız tadı olsun”, öyle olsun, gerisi olur, oluyor merak etmeyin...

Ve ben iyi ki doğdum:) ne mutlu sağlıkla iyilikle geçen 40 senem için bana, ve hoşgeldin 41. yaşım:)  “sağlıkla ağız tadıyla nice güzel, anlamlı, kendimizi bilmeye tanımaya bulmaya çalıştığımız sevgi dolu, aşk dolu yıllara...”




10 Mart 2020 Salı

Toprak, güneş, üzüm, şarap ve yerli üretici...


"Şarabın bir aşk olduğunu düşünürüm hep…aslında ilk etapta olay, şarap-peynir, şarap-kebap..vb şarabın ne ile tüketilip, tüketildiği yiyeceğe iyi eş olup olamadığı değil diye düşünürdüm hep… meşhur uyum, aslında şarabın “biz”imle uyumuydu sanki…şarapların yaşadığına inanırım hep..evimin en serin ve karanlık noktasında biriktirdiğim, gözüm gibi baktığım, ruhumu verdiğim, bazen onlarla konuştuğum, bazen de yıllandırdığım tüm şaraplarımın ruhu olduğuna inanırım. Hepsi yaşıyor, hissediyor, nefes alıyor…hepsinin de içileceği kendi içinde özel zamanlar var…" , 2010. https://damaktakitatlar.blogspot.com/2010/11/buzbag-efsane-gurmelerini-aryor.html

Yukarıdaki yazı, 2010 yılında Kayra tarafından düzenlenen "Efsana Gurmelerini Arıyor" yarışmasında ödül alan yazımdan bir kesit...O zaman da hissim aynıymış, okuyunca hoşuma gitti, mutlu oldum:) Şarabın gerçekten aşk olduğunu düşünüyorum halen...hatta daha da derinden:) Toprak, güneş, asma, üzüm, bağ, fermentasyon, fıçılama...hepsinde hayatın kendisi var, aşk var...Çok yoğun duygu ve emek var. 

10-15 sene öncesinde çok az üretici vardı Türkiye'de, ya da vardı da seslerini duyuramıyorlardı bilemiyorum, onların da ancak 1 ya da 2 tanesinin ürünleri güzeldi. Coğrafyamız çoğu ürün için olduğu gibi asma yetiştirmeye de çok elverişli. Rüzgar, ısı, ışık, su, güneş, toprak...vb Misler gibi üzümlerimiz var, bunların yanısıra bir çok yabancı üzüme uyum sağlayıp onları kucaklayan yepyenilerinin keyifle üreyebilmelerine imkan veren bölgelerimiz ve iklimlerimiz...

"hayat kötü şarap içmek için çok kısa" denmiş ya, iyi bir dolu yerli üretim şarabımız var. Yaklaşık 10 senedir şarabı üreticiden ya da üreticinin verdiği ilk ellerden temin ediyorum, 3-4 senedir de neredeyse sadece yerli üretim şarap satın alıyorum. Çok da memnunum bundan:) Muazzam örnekler var. Vasat üretimler de oluyor tabii ki arada...Varolunması oldukça zorlayıcı bir sektör, o yüzden her konuda olduğu gibi ben kendi adıma yerli üretime destek olmayı tercih ediyorum, tüm çevreme de yayabildiğim kadar yayıyorum:) 

Sayıları aslında bir hayli olan ve benim bildiğim yerli üreticileri bölge bölge en azından ilk etapta isim olarak paylaşmak istedim, ilerleyen zamanlarda her bölge, her üretici anlamında da daha derinlemesine paylaşımda bulunmak istiyorum... Eksik bıraktıklarım, bilmediklerim illa ki vardır, uyarı, geri bildirim alırsam memnuniyetle yazıyı güncellerim...

Buyrunuz bölge bölge üreticiler;

Marmara, Ege, Akdeniz, İç Anadolu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu...derya deniz...

Marmara Bölgesi;

Akdeniz Bölgesi;

  • Doluca
  • Kavaklıdere 
  • Likya
  • Kutman
  • Yazgan

İç Anadolu Bölgesi;
Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi;

Not: Tüm üreticilerin isimleri kendi bölgelerinde alfabetik sıra ile yazılmıştır. 

Şarap seviyorsanız siz de benim gibi, üzüm seviyorsanız bağ seviyorsanız; bağları, üreticileri gezmenizi, hissetmenizi öneririm...Ve iyi şarap içmek istiyorsanız yerli üreticileri ne olur yabana atmayın...

Sevgiyle...

15 Mayıs 2019 Çarşamba

Geç tanıdığım Gökçeada...

Bu yazının notlarını çookk önce aldım aslında, taslağımı çookk önce hazırladım fakat yazıyı yazıp yazmamak konusunda uzun süre tereddüt ettim. Tereddütümün sebebi;  adaya aşık olarak döndüğümüz, bakir doğasına bozulmamış insanına hayran kaldığımız için bilinsin, gidilsin, keşfedilsin istemediğimden sanıyorum...Sonra dedim ki öyle yüzlerce insan okumayacaktır, açıp ilgisini çekip okuyan da zaten doğa seven, doğal seven, sadelik sevenler olacaktır...Dolayısıyla da hadi dedim yazıp paylaşayım. 

Ada seyahatimiz gündeme gelince, web'den ufak bir araştırma yapıp gözüme tatlı gözüken ilk yere rezervasyonu yaptım. Tam kendimize göre bir seçim yapmışsız. Bayıldık:) Petrino, Gökçeada'nın merkezinde, 100 yıllık bir taş konak, restorasyon yapılmış, 6 odalı oldukça sıcak bir butik otel. "Taştan yapı" demekmiş Petrino Rumca. İşletenler sevgili Funda ve Sinan özveriyle, çok sevgiyle yapıyorlar işlerini. Geçtiğimiz seneye kadar İstanbul'da yaşıyorlarmış, malum hepimizin içine gelen "ben burada ne yapıyorum, bunu kendime ve çocuklarıma neden yapıyorum, doğayı unuttuk, labirentteki fare gibiyiz..vb" hislerine kapılıp kızıl kafa lokum oğulları Tuna'yı da alıp adada bir hayattan yana yapmışlar seçimlerini. Tertemiz, mis gibi bir yer Petrino. Odalar çok büyük olmamakla birlikte zaten büyük bir oda ihtiyacın da olmuyor adada bence. Oda kahvaltı olarak çalışıyorlar. Sabah Funda ve Sinan'ın ellerinden mis kokulu sıcak ev poğaçaları, mis gibi domatesler, peynirler, ev reçelleriyle donanmış nefis bir kahvaltıya uyanıyorsun. Biz Petrino'da 3 aile, 3 gece kaldık, güleryüz hiç eksilmedi hep arttı. Kendi yerimizde gibi hissettik kendimizi. Bu kadar emek verilirken de minik de olsa bu yazıyla kıymet bilecek birilerine vesile olurum diye yazmak istedim. Reklam için yazmıyorum bunları, hediye vb aldığım falan da yok:D







Aşık olduğum bisikletler:)




Akşam üzeri bir Suvla Karasakız :)

"köylerime dokunma, kaplumbağama dokunma, 
denizime dokunma, tuz gölü'me dokunma"

Petrino kahvaltısı...


Poğaçalar sıcacık...:)



Funda, Sinan, biz ve bisikletler:)




Otelin önündeki şahane bisikletler her daim binmeye hazır, (web'de yer bakarken beni asıl vuran açıkçası bu bisikletlerdi.:) )  Sevgili Funda ve Sinan yolunuz açık olsun, hikayeniz upuzun keyif dolu olsun...:) Tuna, Basket ve niceleriyle:)


Petrino'nun şeker ötesi bisikletleriyle 
sabah erken saatlerde köyleri 
turlamak terapiden daha etkili:)


Uzun yıllar Bozcaada'ya giden biri olarak Gökçeada'ya bu seyahate kadar hiç gitmemiş olduğuma şaşırdım açıkçası. 2 ada arasında sadece yakınlar diye karşılaştırma yapmanın haklı ve doğru olmayacağına inanıyorum. İkisinin de kendilerine has farklı özellikleri var, formatları tamamen farklı. Senelerce benzer bir aşkla Bozcaada yollarını teptim, bu seyahatte benim ruhuma Gökçeada'nın biraz daha yakın olduğunu hissettim. En yakın zamanda tekrar gitmek dileği, dualarıyla döndük adadan. Müthiş çeşitlilikte bir doğa, bitki örtüsü, her yer keçi dolu, herşey sade, mütevazi...Su kaynakları muazzam. 







Yukarı Kaleköy, Poseidon...




Gökçeada, Türkiye'nin en büyük adası. Yunanca adı "İmvros". Semadirek'e bakıyor ada. Adanın batısında yer alan İncirburnu, Türkiye'nin en batı ucu. Herşeyden önemlisi 2016'dan bu yana "sakin kent" seçilmiş, "Cittaslow" olmuş. Bunun hissini ben çok net hissettim. Adada köyler var; en dikkat çeken 4 köy Kaleköy, Tepeköy, Bademli ve Zeytinli. Bunların haricinde de hepsi kendine has köyler mevcut; Şirinköy, Dereköy, Uğurlu, Merkez, Çınarlı, Eşelek, Şahinkaya...Adada mesela şelale var, tuz gölü var, bunlar bana çok enteresan geldi. 


Bademli köydeki asırlık çınar...



Biz adada 3 gece 4 gün kaldık, grubumuzda adalı bir arkadaşımız olduğundan bu 4 günü dolu dolu programlı yaşadık. Yine de 1-2 daha olsaydı keşke dedik aslında. Acele etmeden keyifle gezebilmek için 4-5 gece bence kalmak güzel olur. Mesela Marmaros Şelalesi'ne gidemedik, Tepeköy'den gün batımı izleyemedik, Zeytinli Köy'deki Barba Hristo'da dondurma ve sakızlı muhallebi hayalim vardı onu tadamadık, henüz açılmamıştı, Şirinköy, Eşelek ve Uğurlu'da organik tarım seferberliği varmış buraları detaylı gezemedik vb vb. Bir dahaki gidişimde farklı notlar eklersem defterime onları da paylaşırım:)


Zeytinli köydeki Son Vapur, burası da nefisti:)



Oğlak mevsimiydi...



Eleni Kaleköy...

Zeytinliköy'de Garaj Cafe'de nefis krem karamel. 
Sakızlı muhallebi de lezizdi...

Selanik tatlısı, Laz böreğine benziyor, içi muhallebili şerbetli. 
Tepeköy'de meydandaki kahvede yiyebilirsiniz...


:)



Aynı Midilli yazımda bahsettiğim gibi, abartısız, sade, sıcak bir ortam, leziz yemekler, temiz hava, tertemiz nefesler, huzurlu yavaş saatler seviyorsanız adaya gidin, seversiniz, hatta bayılırsınız; seyahat beklentiniz bunların tersi şeylerse ne adaya eziyet edin, ne kendinize...

Sevgiyle...



28 Ocak 2019 Pazartesi

Hich

"Bu dünyada herkes birşey olmaya çalışırken sen Hiç ol! Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil hiçlik bilincidir." Hz. Mevlana

Çok kez Konya'ya ziyarete gittim, birkaç farklı yerde konakladım, hepsi de düzgün yerlerdi...Bu seneki gidişimde öyle bir yerde kaldım ki anlatmaya çalışacağım, ama gerçekten anlatılmaz ancak yaşanır cinsten...

Hich Hotel... Muazzam detaylarla seni kavrayan, yumuşacık, sıcacık, maneviyatını yaşamana müthiş destek olan, sade, bir o kadar zevkli, naif, usul usul...İnanın bu bir reklam yazısı değil, sahiplerini hiç tanımam. Çok sevdiğim bir dostum gitti, onun fotoğraflarından görüp beğendim. "Gidersem burada kalalım bu sefer" dedim kendime. Tamamen yaşadığım mutluluğu paylaşma isteğimden, verilen emeğe teşekkür amaçlı bu yazım... Otelin adı bile çekiyor insanı...



eski bir konak Hich Hotel




Telefonla aradığında sizi ilk karşılayan sesten (genellikle Gizem Hn açıyor telefonu:) ), ilk adımı attığınızda etrafta sizi kucaklayan mis sabun kokusundan, odaların temizliği, konumları, detaylardaki muazzam incelikten, tüm personelin güleryüzlü ve müşteri memnuniyeti odaklı tavırlarına kadar herşey herşey mükemmeldi. Heryerinden maneviyat fışkıran Konya'da, tüm içsel, manevi yolculuğunu keyifle, şevkle gerçekleştirebilmen için herşeyi hazırlıyor. Hz Mevlana'nın türbesini gören 2 oda var; biri Atlas biri Zaman. Biz Atlas'ta kaldık, Hz Mevlana'ya bakarak uykuya dalmak (uyumak istemiyorsun uzunca) ve sabah onunla uyanmanın hissi çok acayip... İddialı sözler etmiym diyorum ama Konya'da kalınacak en şahane şu an bence Hich...





Bütün odaların isimlerinin 
tersten okunduğunda da anlamı var:)













Mini not: Hich'in sahibi Konyalı birisiymiş. İsmi Serkan Vanlı'ymış. Müşteri memnuniyetine çok önem verirmiş. Hatta çalışanlarına insiyatif vermiş, "ikram edin, gerekirse oda parası almayın ama müşterilerimiz memnun ayrılsın buradan" dermiş. Masalara çiçekleri kendi gider seçer alır yerleştirirmiş, bazen mutfağa girer yemekleri kendi yaparmış, oteldeki çiniler eşinin elinden çıkmaymış, Hich Hotel'de müşteriye "yok" denmezmiş, bir şekilde oldurulurmuş...







Odanın anahtarı normal bir anahtar, 
anahtarlık eski anahtar şeklinde,
bu bile gülümseten bir detay...


otelde her yer kitap dolu...
kapı arkaları bile:)



Hiçbir şey boş yere olmuyor, çok ciddi bir emek sonucu sana hayatındaki en tatlı deneyimlerden birini yaşatıyorlar. Emeği olan herkese ben teşekkürlerimi yüreğimden sunuyorum. Lütfen böyle kalın... Büyümeyin, tek düze olmayın, bakışınız değişmesin, şımarmayın...

www.hichhotel.com 
Aziziye Mahallesi, Celal Sk. No:6, 42030 Karatay/Konya
(0332) 353 44 24